14 Nisan 2010 Çarşamba

Beşiktaşlı Olunmaz, Beşiktaşlı Doğulur...



Almanya'da doğmuşum. Baba ne yazık ki Fenerli. Ben de ilk olarak Fener'i bilmişim. Gel zaman, git zaman bebeklikten çıkmaya başlamışım. 80'li yılların başındayız. Yani Almanya'da Türk futbolunu bugünkü gibi kolay takip edemediğiniz yıllar. Baba Fener diyor, ben Fener diyorum. Bilmiyorum ki başka ne seçeneklerim var.
1984 yılında Türkiye'ye kesin dönüş yapıyoruz. Benim yaş olmuş şimdi dokuz. Türkiye'deyim ama bırak diğer takımları incelemeyi, izlemeyi, Fener'i bile izleyip takip etmiyorum. Soranlara Fenerliyim diyorum, devam ediyorum hayata.
Derken günlerden bir gün, mahallemizin abilerinden birinde bir rozet görüyorum. 1 cm çapında yuvarlak ufacık bir şey. Üzerinde de küçük bir Beşiktaş amblemi. Hala ilk günkü gibi hissederim o armayı görünce yüreğimde hissettiğim sıcaklığı. Sanki adını koyamadığım ama çok tanıdık gelen bir duygu beni o armaya doğru çekiyor. Gözümü dikip uzun uzun armaya baktığımı hatırlıyorum. Bunu fark eden rozetin sahibi abi "Ne oldu?" diye soruyor. "Bu ne?" diyorum. "Beşiktaş rozeti" diye cevap veriyor.
O zamanlar Beşiktaş'ı mahallede top oynarken falan duyuyorum en fazla. Dediğim gibi çok fazla merak etmiyorum takımları falan. Almanya'da buradaki gibi hayatınız futbol olmuyor. İşçi kısmının o zamanlar takım tutmaya mecali mi var? Sürekli çalışmaktan zayıflamış, küçülmüş, ufacık adamlar koca koca makinaların altında, üstünde, her yerinde çalışıyor. Çocuklarının da futbola o kadar önem verdiği yok. Medyada olsun, okulda olsun farklı sporları sevdirmek için teşvik ediliyorlar çünkü. Her şey futbolda bitmiyor orada. Normalde Türkiye'de doğsa 7 yaşındayken eline hokey sopası verilen bir çocuk "Bu ne ulan?" diye bakakalacakken, orada tüm kuralları kendisine öğretilip sahaya sürülüyor ve hokey maçına çıkartılıyor. Dolayısıyla futbolla pek içli dışlı olmayan ve aslında pek de hazzetmeyen biri olarak Beşiktaş'ı mahallede konuşulanlardan biliyorum en fazla. Mahallede ki çocuklardan bazıları Beşiktaşlı onlar sayesinde Beşiktaş diye bir takım olduğunu biliyorum sadece.
Mahallemizin abisi rozetten çok etkilendiğimi fark edince kendisine göre o zamanlar iyi kurnazlık yaptığını düşündüğü, bana göre ise hayatımı değiştirdiğini düşündüğüm bir teklif yapıyor.

- Beşiktaşlı ol, rozeti sana vereyim.

Neden bilmiyorum ama 1 saniye bile düşünmedim. İnsan böyle bir karar verirken biraz bile olsa düşünür değil mi? Baba Fenerli. Babaya ne diyeceksin? Sonra sağda solda dönek diyecekler sana. Onlara ne cevap vereceksin?
Hiç birini düşünmedim. Hatta hiç bir şey düşünmedim. Hemen "tamam, olurum" dedim. Sanki ışığa divane olmuş pervaneler gibi gözümü rozetten alamıyordum. Ne pahasına olursa olsun o rozet benim olmalıydı. Zaten ha Fenerli olmuşum, ha Beşiktaşlı benim için aynıydı. Futbolla ilgisi olmayan bir çocuktum işte. Hangi takımlı olduğum benim için çok da önemli değildi. Teklifi hemen kabul ettim ve rozeti büyük bir gururla yakama taktım. Babamın fenerli olmasından dolayı Beşiktaşlı doğamamıştım belki ama o gün, o rozet için Beşiktaşlı olmuştum.
Zamanla, biraz her mahallede, her yaşta çocuk futbol oynadığından ve konuştuğundan, mecburen aralarına katılmak için, biraz da beni Beşiktaşlı yapan abi bir şeyler sorarsa cevap verebilmek için Beşiktaş maçlarını izlemeye başlıyorum. İzledikçe kendimi o siyah beyaz formalı adamlara daha bir yakın hissetmeye başlıyorum. Tribünlerin siyah beyaz görüntüsü dünyanın en mükemmel manzarası gibi geliyor bana yavaş yavaş. Hele o bıyıklı adam, ikisini de göremediğimden hep özlemini duyduğum dedem gibi olmaya başlıyor sanki.
Aradan zaman geçiyor, bende Beşiktaş aşkı, Beşiktaş'ın müzesinde de kupalar artmaya devam ediyor. Metin, Ali, Feyyaz, Şifo, Rıza, Gökhan, Recep ve diğerleri alınmadık kupa bırakmıyorlar o zaman. Hayat mutlu mesut devam ediyor. Tek şikayetim doğuştan Beşiktaşlı olmamak. Ara sıra aklıma geldikçe kadere lanet okuyorum "Niye Beşiktaşlı doğmadım?" diye. İlk başlarda ciddi ciddi dert ediyorum bu durumu kendime. Sonraları doğuştan Beşiktaşlı olamasam da, Beşiktaş'ı kendi irademle seçip, tercih ettiğim ve bu tercihimde ısrarcı olduğum için aslında bunun ne kadar özel bir durum olduğunu kavrıyorum. Sonradan Beşiktaşlı olmanın da, doğuştan Beşiktaşlı olmak kadar özel bir durum olduğunu anlıyorum.

Babam ise oğlunun başka bir takımın taraftarı olmasına ses çıkarmıyor görünüyor ama biliyorum ki içten içe tekrar Fenerli olmamı istiyor ve bunun için bazı planlar yapıyor. Bir gün "Çocuklar bu hafta sonu maça gidiyoruz" diyor. Hayatımda ilk defa statta bir maç izleyecek olmanın heyecanı kaplıyor birden beni. Sonra hatırlıyorum ki babam Fenerli. Üstelik Babamın Fenerli olduğu yetmezmiş gibi kardeşim de Fenerli. Eyvah diyorum, bunlar beni Fener maçına götürecekler. Tam "Ben o kadar Fenerli arasına girmem. Ben gelmeyeceğim" diye babama salya sümük çemkirmek üzereyken, o hafta sonu Fenerin maçının Beşiktaş ile olduğunu hatırlıyorum. İlk defa bir maça gideceğim ve o maç bir Beşiktaş - Fenerbahçe maçı.
Çemkirmekten hemen vazgeçiyorum çünkü sanıyorum ki maça gittiğimizde babam ve kardeşim Fener tarafına, ben ise Beşiktaş tarafına gireceğim ve benimle aynı renklere, aynı sevdaya aşık binlerce insan ile birlikte maçı izleyeceğim. Düşündüğüm gibi olmuyor tabii. Stada vardığımızda babam "Olmaz öyle şey. Seni tek başına bırakmam bir yere" diyor. "Kardeşinle biz iki kişiyiz. Sen tek kişisin. Bizimle beraber Fener tarafına gireceksin." diye de ekliyor. Çaresiz kabul ediyorum tabii.
Babamın gönlünde Fener tribününde tekrar Fenerli olacağım ümidi, benim yüreğimde sahadaki kartalları yakından görme heyecanı varken maç başlıyor. Maçın başlamasıyla birlikte zavallı babamın da umut dakikaları başlıyor. Bekliyor ki şimdi Fener’i bir gol atsın ve ben o golün etkisiyle tekrar Fenerli olayım. Babam Fenerden bir gol bekleyedururken, hayatımın ilk siyahi kahramanı Ferdi daha fazla bekleyemiyor ve günümüze kadar ulaşmış tabirle Fenerbahçe defansını çarşıya göndererek Beşiktaş adına bir gol atıyor. Maçtan önce babam tarafından sıkı sıkı “Sakın Fenerlilerin içinde Beşiktaş diye bağırma, hepimizi döverler. Fener diye bağıracaksın” diye tembihlendiğim için gol olunca sesimi çıkartmıyorum ama beklediği gibi Fener diye de bağırmıyorum. Derken yeşil sahaların en yetenekli golcülerinden Feyyaz, Fenerbahçe filelerine 2. golü bırakıyor. İşte buraya kadar diyorum. Artık bağırmam lazım, artık Beşiktaş diye haykırmam lazım ama yine yapamıyorum. 2. golden sonra dönüp babama bakıyorum. Bağırmak istediğimi anlıyor mu bilmiyorum ama “Sakın bağırma, dayak yemeyelim” diyor. Çaresiz dönüyorum önüme ama bir şey yapmam lazım. Artık dayanamıyorum ve montumun kapüşonunu başıma çekiyorum. Kapüşonun içinde iyice içeriye sinerek ve ellerimi yüzümün hizasında tutup sessiz sessiz alkışlayarak, dışımdan sessizce ama içeride çarşının bile desibel rekorunu alt edercesine kıyamet bir sesle “Beşiktaş, Beşiktaş, Beşiktaş” diye bağırıyorum. Babam eğilip bana bakıyor ve beni bu kadar korkutmasına rağmen sessiz sessiz de olsa böyle Beşiktaş diye bağırırken görünce, benim artık Beşiktaş’tan vazgeçmeyeceğimi anlıyor. Babam gibi bende o gün, o halimden sonra anlıyorum ki artık ben tamamım. Artık ben uslanmaz, yorulmaz, yılmaz, ve asla pes etmez bir şekilde Beşiktaşlıyım.

Almanya'da doğmuşum. Baba ne yazık ki Fenerli. Ben de ilk olarak Fener'i bilmişim ama sonradan dibine kadar Beşiktaşlı olmuşum. Olmuşum olmasına ama bazılarına göre Beşiktaşlı doğmamışım. Peki Beşiktaşlı doğmadım diye diğerlerinden var mı bir farkım? Sen Beşiktaşlı bir babanın oğlu ya da kızı olarak doğdun ve doğduğun günden beri kendini Beşiktaşlı bildin diye, benden daha farklı, daha özel olduğunu iddia edebilir misin? Edemezsin. O zaman boş ver Beşiktaşlı doğulur mu? olunur mu? Beşiktaşlı doğanı da, sonradan olanı da güzel bu taraftarın.
Son olarak; beni Beşiktaşlı yapan rozeti veren abiyi, neredeyse 20 yıl sonra bir Beşiktaş maçı öncesi eski açığın orada dolanırken gördüm. İki hoşbeşten sonra “Abi, hatırlıyor musun? Beni sen Beşiktaşlı yapmıştın” dedim. “Hatırlamaz mıyım?” dedi. Devamında ne diyeceğimi bilemedim. Yıllar boyunca ne zaman aklıma Beşiktaşlı olduğum günler gelse, kendisi hakkında neler hissettiğimi şöyle anlatırım, böyle anlatırım dediğim adama karşı hiçbir şey diyemiyordum. Sanki ne desem, nasıl teşekkür etsem az kalacakmış gibi geliyor ve ağzımdan bir türlü kelimeler çıkmıyordu ama eminim o an kendisi gözlerimden anlamıştır neler demek, nasıl teşekkür etmek istediğimi. En sonunda sırf bir şey söylemiş olmak için “Allah senden razı olsun” dedim. Gülümsedi “Hangi tribündesin sen?” dedi. Farklı tribünlerde olduğumuzu anlayınca bana veda edip arkadaşlarını bulmak üzere kalabalığın arasında kayboldu. İsterdim ki gitmeden önce kendisine gururla taktığım rozeti göstereyim ve “Bak bunu hala saklıyorum ve hala takıyorum. Benden sonra da bunu çocuğum takacak” diyeyim. Diyemiyorum. O büyük insan uzaklaşıp gittiği için değil, ben o rozeti kaybettiğim için diyemiyorum. Hayatımın en önemli eşyasını kaybettiğim için arkasından sadece bakakalıyorum.

10 Nisan 2010 Cumartesi

Denizli ile 1 yıl daha mı?



Kendisiyle yeni sözleşme imzalanmasının istikrar için iyi olduğunu düşünenler var. Peki ya takımın istikrarı ne olacak? Hadi son haftaları geçtim. Sakatlıklar çok oldu falan filan, ya daha önceki haftalar. Bir hafta ilk 11 başlayan adamın ertesi hafta ilk 18 içinde bile yer almaması. Sürekli değişen bir defans, orta saha ve forvet hattı.
Toraman bir hafta sağ bek, bir hafta stoper, bir hafta ön libero. Hatta aynı maç içinde bile bu 3 farklı bölgede oynamışlığı var.
Orta sahada bir hafta ernst - fink, öbür hafta ernst - necip, başka hafta 3'ü birden oynar. Sonra araya bazen de tabata, uğur inceman falan serpiştirilir.
Forvette bir bobo, bir holosko, bir nihat. Bazen bunlar arasında ikili farklı kombinasyonlar. Arada sırada nobre de katılır bu kombinasyona. Holosko bazen sağda, bazen solda. Tello desen hakeza. Hele bobo ara sıra solda oynamıyor mu? o zaman tam şenlik havası oluyor benim için.

Teknik direktörlerin görev süresinde istikrar, devamlılık iyidir ama takım kadrosunda da bir istikrar, bir devamlılık gerekli değil mi? Sadece görev süresi için mi gerekiyor istikrar?
Mustafa Denizli geleceği değil, günü kurtarmaya çalışan bir adam. Mutlak galibiyete ihtiyacın varken 3 ön libero ile oyuna başlamak futbolda günü kurtarmaya çalıştığının en temel göstergesidir. Günü kurtarmaya çalışan bir adamdan da uzun yıllar faydalanmaya çalışmanız boşunadır. Geçen sene takımı şampiyon yaptığında (evet en büyük pay denizlinindir) kendisine teşekkür edilip gönderilmeliydi. Başımızda aynı denizli gibi günü kurtarmaya meraklı bir başkan varken bu beklenilemezdi tabi.

Gerekli yerlerde ve gerektiği gibi konuşmayı bilmesi, basının kendisini yönetmesine izin vermemesi, hatta kendisinin basını istediği şekilde yönetmesi ve daha bir çok özelliği ile hakikaten türkiye'deki en önemli teknik direktördür ama sahaya sürdüğü kadroda istikrar olmayan ve günlük düşünen biri, Galatasaray UEFA kupasını 10 sene kadar önce almışken, milli takım hem dünya hem Avrupa üçüncüsü olmuşken, yani Türk futbolunun, Türk takımlarının aslında tam atılıma başlaması gereken hatta geç bile kaldığı bu yıllarda istikrar adına takımın başında tutulmamalıdır. Artık takımlarımızı Avrupa'da başarı kovalayacak, uzun yılları hesaba katarak bir sistem kazandıracak, futbolumuza bir kimlik katabilecek insanlara teslim etmek zorundayız. Beşiktaş'a gelmiş hocalar içinde bunu başarabilmeye en yakın isim Jean Tigana idi. kendisinin ve Beşiktaşlıların en büyük şanssızlığı Demirören zamanında Beşiktaş'a gelmiş olması.

Şunu da iddia ediyorum. Bakmayın siz yeni sözleşme imzalandığına. Sezon sonunda Beşiktaş şampiyon olamazsa Mustafa Denizli bu takımın başında kalamaz. Demirören'i tanıyorum. Hiç sözleşme varmış, daha yeni imzalanmış falan dinlemez. Beşiktaş şampiyon olamazsa Mustafa Denizli seneye bu takımın maçlarını yine Lig tv'den yorumlar. Bir de çıkıp televizyonda yine "Ben olsam Bobo varken Nobre ile başlamam" der. Sanki kendisi de aynı şeyi yapmamış gibi. İşte o zaman ben de kafayı duvara vura vura hafızamı silmeye çalışırım.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Wallpaper

Resmi büyütmek için resmin üzerine tıklayınız...